Dağ göçebe iken anamızdı, atamızdı. Sırtımızı dayadığımız kal’amızdı. Dağın yüceliğinde dertler de kederler de unutulurdu. Öyle unutulurdu ki esamesi okunmazdı ne elemin ne de kederin. Okunursa yüreğe dokunan bir gönülden parlayıveren: “ Dağlar dağımdır benim / Gam ortağımdır benim” türküsü olurdu kuşkusuz.
Kardeşlerimiz çoğalınca dağlara sığamadık, kalamadık onca kişi dağlarda. Gerçi bir gün bile yüzünü ekşitmedi bize dağ, buz gibi suları hepimize yetiyordu. Bir avuç yemişen, birkaç böğürtlen nice öğünler savardı. Yalnız sert yüzünü bırakmadı dağ; hep ciddi, hep efkârlı, hep başı dumanlı... Hal böyle olunca yürekleri kavururdu: “Başı duman pare pare / Yol ver dağlar yol ver bana” türküsü. Lakin dağların sertliği gram eksilmedi. Ne oluyordu dağlara bilinmez? Bize karşı o kadar sertleşti ki: “Yol ver dağlar ben sılam gideyim / Karlı dağlar, zalım dağlar gideyim” türküsünü söyledik; hiç aldırmadı! “Dağlar seni delik delik delerim / Kalbur alır toprağını elerim” türkülerini ciddiye bile almadı. Lakin biz dağları delik deşik edip şehirlere yürüdük.
Ovaların gümrah medeniyetlerin yumuşaklığı… Ovalar dağ – deniz rüzgârlarının cirit alanı, kimi eli kimin cebinde belirsiz… Ovalar düzlüğün düzeni; dengesi müphem, döngüsü alengirli… Bütün bu özellikleriyle nedense bizi ürkütmedi, bizi kendine cezbetti. Ilık hava, ılık su; bir son/baharda bizi indirdi dağlardan.
Şehirler bizi bağrına bastığı günden beri gözümüz dağlarda kalmıştır. Elbette şehirler cici annemiz. Dağların analığı, o öz analığı, gerilerde kalmıştır; o sert, haşin, babacan tavırlarıyla. Şimdi cici annemiz şehir kendini ve bizi süslemeye, bizi doğadan, dağdan, doğamızdan ve dağımızdan uzaklaştırmaya çalışmaktadır ki bunu arkasında da bizi öz anamızdan, dağlardan ayırma isteği gün gibi parıldar. Keşke sadece ayırmaya çalışsa; daha vahimi kendine dikilecek dağ gibi binalara malzemeyi, dağları dağlatarak, anamızı ağlatarak, getirtmektedir. Canavar makinelerin bir dağı nasıl yiyip bitirdiğini acılı gözlerle kaç kez gördüm, kaç kez gördüm dümdüz ettiler nice dağları.
Cici annemiz şehir, türküyü sevmedi. Şarkı istedi bizden. Giden dağların yanında kaldı nice türküler: O tok ve gür seslerle söylediğimiz, dumanını dağların dumanına boca ettiğimiz yanık türküler… Üç telli kopuzlarla, olmadı altı telli bağlamalarla yürek dağlayan türküler… Şehir cümbüş istedi, o da yetmedi orkestra getirdik. Dolayısıyla gümbürtü yüreklerden değil, çalgılardan gelmeye başladı. Şarkılar da buna uygun söylendi nihayetinde. Şehre duyduğumuz sevgiyi, huzuru, aşkı şarkı tadında dile getirdik, akıbetini hesap etmeden:
“İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar
Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar”
Şimdi şehre söylenen şarkılar daha bir acayip! Şarklılığı kalmamış şarkıların, aksine iyice garplı bir havaya bürünmüşler. Şehre gelen türkülerse yürek yarası… Kalan dağlarda, kalan âşıklarla devam edenler türküler; hâlâ gözümüzde ve gönlümüzde tüter elbette.
Ahmet DOĞRU
Hatice SARIASLAN 3 Yıl Önce
Ben şehre sığmayan dağlarda yaşayamayan yörüklerin yaşam tarzına hayran ben yörük olmalıymışım diye söylenip duran bir hal içinde debelenip duruyorum öz anamı sevemedim ben.....kaleminize yüreğinize sağlık hocam